“Bana öyle geliyor ki iki insan birbiriyle birlikte
mutlu olmak istediği için evlendiği an da işte tam da o an da kendini mutlu
olma ihtimalinden mahrum bırakmış, bu ihtimalin önüne geçmiş olur. Mutlu olmak
için evlenmek tıpkı iki milyon için, bir araba için ya da baronluk için
evlenmek kadar kar amaçlıdır ve o iki milyon araba ya da baronluk gibi mutluluk
da mutlu olmaya yetmez. bu dünyada cezasız kalmayacak bir şey varsa o da manevi
konularda yapılan hesap kitaplardır.
Bir insanı tanımak inanılmaz zor bir iştir. Bir
insanı ilk olarak başbaşa bir sohbetin ilk yarım saatinde ve ikinci kez ancak
on yıl birlikte yaşadıktan sonra tanıyabileceğimizi söylersem sanırım abartmış
olmam. Ayrıca şuna inanıyorum ki iki insanın kim olduklarını ve kiminle
evlendiklerini düğünden önce sezebilmeleri bile mümkün değildir. Birisi
ötekinin bütün davranışlarını, bütün fikirlerini, tutkularını, kanaatlerini,
inançlarını bilse bile çorapları, uykuda çapaklanmış gözleri, her sabah diş
fırçalarken ağzını çalkalayış şekli ve özellikle garsona bahşiş verişi hakkında
henüz hiçbir fikri yoktur. Çünkü insan
derinlerde aldatır ama yüzeyde onu tanıyabilirsin. Kısacası her bir
evliliğin içinde binlerce hayal kırıklığı riski ve her türlü içsel çuvallama
ihtimali saklıdır ki bunlara karşı kullanılabilecek tek bir silah vardır:
hepsini daha baştan üstlenmek.
Her insan kendi içinde sınırları belli bir dünyadır.
Aksine bir insan ne kadar kendine has olursa bütünselliğe o kadar yakındır. İmkânları
yetenekleri ne kadar azsa bu imkan ve yetenekler o kadar derin ve esaslıdır. Ve
eğer tek bir yeteneği varsa en değerlisi de budur.
Bir yerlerde bir parçacık yeryüzünü gökyüzüne yakın
bir yükseklikten göreceğiniz bir dağın tepesine çıkın. Hayatın önemine ve
mutluluğun önemsizliğine inandığınızı kısa bir süre sonra fark edeceksiniz.
Mutlulukmuş! Sanki mutluluk imkânı yalnız ve sadece bizim içimizde değilmiş
gibi! Sanki mutlu olma yeteneği tıpkı şarkı söyleme, yazma, politika ya da
ayakkabı yapma yeteneğine benzer özel bir kabiliyet değilmiş gibi!
***
Bizlerin,
bugünkü evliliklerimizin tümünün -veya-, hiç olmazsa çok büyük bir kısmının- mutsuz olduklarının iddia
edilmelerinin nedeni nedir ki? Sual
günceldir ve ciddi kaynaklara göre, koca bir edebiyat bu konu etrafında
odaklanmıştır. Ciddi olmayan kaynaklara göre de dedikodularının merkezini
oluşturmaktadır. Konu, her yüzü ile gevezeliklerin olduğu kadar felsefe
denemelerinin de ilgi odağıdır. Biz gazeteciler ise güncel olan bu konu ile
ilgilenen ne ilk ne de son kişi olacağız. Vurgulamak isterim ki bu konu beni
gerçekten hep şaşırtır. Bu durum, evliliklerin mutsuzluklarının nedenini bilmediğimizden
kaynaklanmış değildir. Benim, esas
olarak kendime hep sormakta olduğum soru, evliliklerin neden mutlu olmalarının gerekliliğidir.
Zira işin esası budur! İki varlık… İki küçük insan larvası…
Yalnız, umutsuzluklarla karşı karşıya bırakılmış, kaçışı olmayan bir varoluşun
mateminde… Ürkütürcesine kocaman ve
korkunç dünyamızda iki ufacık insan, sabahın dokuz buçuğunda bir apartman
dairesinde kapalı… Aynı soyadı, aynı beklenti ve aynı yazgı içinde kapalı iki
zavallı… Ve bunların sade ve sade ikisi oldukları için mutlu olmalarını mı
beklersiniz?
Bana göre mutlu olmaları umudu ile birbirleriyle
evlenen iki kişi, en azından bu kararı vermiş oldukları anda dahi mutlu olma
şansına sırtlarını çevirmiş durumdalar.
Evlilikte mutluluğu amaçlamak, iki milyona otomobil ya da asalet unvanı
elde etmeyi amaçlamaktan farklı bir şey değildir. Kesin olan tek şey, hesap ile sayıların aşk konularında daima öç
almakta olmalarıdır. Başka türlü hareket
etmelerinin imkânsızlığının bilincinde olduklarında, bu iki kişinin
evlenmesinde tek neden, her ikisinin de diğerinin yokluğunda yaşamanın imkânsız
olduğunu görmeleridir. Bu, olabilir; en ufak bir romantizm, en ufak bir
duygusallık, en ufak trajik bir öğe olmaksızın… Bu, her gün olabilir… Aşk veya diğer herhangi başka ne ad
verilirse verilsin, bu dünyanın en güçlü
ve de en farklı duygusudur. Ne var ki
pek çok kişi yaşamları süresince bundan kaçınır ve de bunu reddeder.
İki
kişi, birlikte yaşamaları için evlenirler. Evet… Bu husus kocaman, olağanüstü
bir şeydir. Ancak neden buna mutluluğun da ilave olması beklenir? Ama
neden insanlar gerçeği süslerden arındırılmış olarak görmek istemezler? Neden
yaldızlanmış yalanlar ararlar? Neden ne kendilerinin, ne dünyanın, ne doğanın,
ne göğün, ne yazgısının ne de yaşamın kendilerine veremeyeceği ve kendilerinin
de beklememelerinin gerektiği, gerekeceği bir şeye bağlanırlar? Neden gerçeğe, dünyaya ait bir anlaşmaya,
mutluluk gibi bir romantik fantezileri de eklemeye çalışırlar? Neden karşısındakinden, senin veremeyeceğin şeyi vermesi istenir?
Neden, ortak yaşam gibi öylesine büyük, öylesine ciddi, öylesine derin bir
olaya “mutluluk vermek” gibi zorlamalar da yapılır?
Şayet bizler, evlenmeden önce düşünmeye vakit
bulamadığımız bazı konuları hesaplayabilirsek… Mesela, ortak yaşamın tek yaşamdan kolay değil de,
daha güç olduğunu… Kolaylıkların tümü
yalnız yaşayanlara verilmektedir… Nispi bir sorumluluk, özgürlük, aklımıza
estiğinde Avustralya’ya gidebilmek gibi başınıza buyruk olma… Bağlandıktan sonra, size verilmeyen her şeyden
vazgeçmeniz gerektiği için de, evlilik çok zordur. Ve işte bu nokta, bugünkü evliliklerin özellikle üstüne çarpıp
parçalandıkları temel nedendir: İnsanlar, yetinmek zorunda kalacakları ile vazgeçmeleri
gerekecek olanlar arasında doğru-dürüst seçim yapmadan, yahut, başka bir
deyimle, vazgeçecekleri hakkında tam bir karar varmadan evlenirler.
Karşındakini
tanımak kadar güç bir şey yoktur. Birisini ilk kez
olarak, yarım saatlik bir konuşma sonunda tanıyabilmenize karşılık, aynı kişiyi
ikinci kez olarak ancak on yıllık bir beraber yaşamdan sonra tanıyabileceğinizi
söylersem, abartmış olmayacağımı
zannediyorum. Aynı şekilde, evlenmelerinden önce iki kişinin birbirleri
hakkında ve her birinin kiminle evlenmekte olduğuna dair bir fikir sahibi
olmalarına olanak olmadığı kanaatindeyim.
Keza karşılarında bulunan bir kimsenin tüm hareketleri, fikirleri,
coşkuları ve inançları ve de şüphe ve katiyetlerini bilseler dahi, daha henüz
çoraplarını, uykulu gözlerini, sabahları dişlerini fırçalamalarını veya gargara
yapmalarını, bir garsona bahşiş bırakma tarzlarını bilmemekteler.
Zira
biri bizi derinliklerde aldatabilirse de, yüzeysel alanda hiçbir zaman
aldatamaz. Aynı şekilde, bir evlilik bin bir beklenti yıkımı
tehlikesini beraberinde getirdiği gibi, önceden kabullenmekten başka herhangi
bir kurtuluş simidinin bulunmadığı beraber yaşamın doğurduğu bulutları da
getirir. Beraber yaşama, aşk adına, karşısındakinin içsel değişikliklerinin
yumağında ki her şeyi, milliyetini, politik ve dinsel görüşlerini ve daha birçok
şeyi affetmemizi ister. Bu konuda biraz daha ileri gidersek, karşımızdakinin
ufak tefek hatalarını da affedelim. Karenina’vari bu modern histeriden
kendimizi kurtararak hoşgörülü bir gözle bu kanat gibi duran kulaklara, kocaman
bağlanmış şu kravata bakalım. Herkesin, kendi içinde kendine özgü bir dünyası
vardır; o dünya ne kadar kendine özgü ise o kadar tamdır; yetileri ve
yetenekleri sayıca ne kadar az ise,
onlara o kadar derin ve gerçek anlamda sahiptir ve şayet tek bir
yeteneği varsa, o yeteneği herkes tarafından makbul ve değerli sayılır. Ve, sarışın olan birisinden haftada iki gün
esmer olmasını istemeyeceğimiz gibi, aynı şekilde boş kafalı bir ukaladan
shimmy dansını sevmesini, bir aptaldan Kierkegaard’ı anlamasını, bir
ressamdan matematik ile ilgilenmesini,
melankolik bir kimseden şansonetlere katılmasını,
yalnız yaşayan birinden gece toplantılarını tertiplemesini de isteyemeyiz.
İşte size; insanların bir türlü anlayamadıkları
basitin basiti bir hesap. Genelde, kişiliklerinin
derinliklerine kadar inseler de, evliliğin esasının, karşılarındakinin, kendini olduğu gibi görme hakkına kadar varan
kişiliğine katlanma olduğunu görmezler. Zira hesabın sonunda, daima karşısındakinden
beklenen bir kendinin olma durumunun kabulü mevcuttur. Burada, “buna rağmen”ler
söz konusudur. Ve bizleri mutsuz edenler de hep o “buna rağmenler”dir. Beni,
insanların cinsel, ekonomik, sosyal ya da erotik gereksinimlerini
karşılayabilmeleri için beraber yaşadıklarına inandıramazsınız! İnsanların beraber
yaşamalarının tek nedeni, yanlarında
birisinin bulunması ihtiyacından başka bir şey değildir; dünyanın bu boşluk ve yalnızlığında,
kendilerinin tüm zaaf ve hatalarına rağmen kendilerinin var olmalarını kabul ve
tasdik edecek birisinin bulunmasından başka bir şey değildir; cürümden, öç
almaktan, kötü düşünceden, adaletten, vicdan azabından kaçabilmeleri için yanlarında
bir diğer kişiyi bulundurmak ihtiyacından başka bir şey değildir.
Zira, gerçekten, bir ev, bir “yuva”nın koruma amacından, dünyaya karşı ve
özellikle içsel “ayna” ya karşı “koruma”dan başka herhangi nihai ve kutsal bir
amacı olabileceğini düşünebilir misiniz? Bir erkeğe bir kadının ve de bir
erkeğin bir kadına yapabileceği en büyük lütuf, çocuklara gülümseyerek söylenen
bir cümleyi söylemektir; “Seni hiç terk etmeyeceğim!” Bu söz, “ölüme kadar seni
seveceğim” veya “ebediyen sana sadık kalacağım” dan farklı değildir. Başkasına karşı namus, gerçeğe bağımlılık,
ev, sadakat, karar, dostluk, aidiyet
gibi kavramların tümü bu ufak cümlenin içindedir. Şu zavallı mutluluğa karşı
sürülen, yerine getirilmesi olanaksız vaatlerdir.
Kısacası,
kanımca, evliliklerimizin böylesine mutsuz olmalarının nedeni işin kolayına kaçmakta
olmamızdır. Çünkü, tutulmayacağı bilinen ve tutulmayacağı için de bir yıl sonra
valizlerin toplamasına neden olacak vaatleri kabul etmemiz kolayımıza
gelmektedir. Bunun yerine, tutulabilinecek ve
dolayısıyla uzun süre tutulacak şeylerin vaadi hem daha kolay, hem daha dürüst
olur, diye düşünüyorum. Tüm bu hayali derinlikler, ileride rastlanacak ve
seviyeli bir davranışı gerektirecek ilk gerçek güçlük karşısında kırılıp bin
parçaya ayrılacak iddialardır. Neden insanlar,
hiçbir zaman bir portakal veya bir menekşe demetini, yeni bir
kalemi veya bir kese İzmir üzümünü
getirip hediye etmeyecek kadar “ilgisiz ve
uzak” kalmayacakları vaadinde bulunmazlar?
Neden insanlar, evlenme gecesinin ertesinde ve ondan
sonraki sabahlarda sabun ve su kokuları içinde ve doğru-dürüst giyinmiş olarak
kahvaltıya ineceklerine dair söz vermezler? Neden insanlar, kızgınlıklarını
böylesine aşağı-pis-iğrenç davranışlarla göstereceklerine, kızgınlıklarını açık
ve hatta darbelerle dahi olsa daha seviyeli bir şekilde gösterecekleri vaadinde
bulunmazlar? Neden insanlar, diğerine ve onun çıkarlarına kendilerinin sanat
tarihi, futbol veya kelebek avına verdiklerinden fazla önem verecekleri
vaadinde bulunmazlar? Neden insanlar, karşılıklı olarak, birbirlerinin susma özgürlüğüne, yalnız kalma
özgürlüğüne, herkesin kendine ait bir odası olma özgürlüğüne saygı
gösterecekleri vaadinde bulunmazlar? Neden insanlar mutluluk gibi
gerçekleşemeyecek laflar peşinde koşacaklarına, yukarıda sözünü ettiğim o
hiçbir zaman yerine getirilmeyen, ancak çok önemli olup yerine getirilmesi
mümkün olan “ufak-tefek şeyler”in
vaadinde bulunmazlar?
Evliliğin bir anlamı olması için, mutluluk
beklentisinden çok daha geniş ve gerçek bir temel üzerine oturtulması gerek. Oh,
Tanrım! Azıcık acı, azıcık ıstırap, azıcık mutsuzluktan neden böylesine
korkuyoruz? Hiç olmazsa, bir kez, açık bir gecede yıldızlarla bezenmiş bir
göğün karşısında, tam bir içtenlikle kendimizi tümüyle vererek beş dakika için
oturmayı deneyiniz. Veya, vadi ve ovaları gökten bakarcasına seyredeceğiniz
birkaç dağa tırmanın. Ve, o hallerde, anlayacaksınız ki, mutluluk serabı yerine
yaşamın önemini kavrayabilmeniz için tek bir an dahi yeterli olacaktır. Mutluluk! Sanki, mutluluğu ve mutlu olmayı kendimizden, kendi
içimizden başka herhangi bir yerde bulabilirmişiz gibi… Sanki mutlu olma yeteneği yazı yazma, şarkı söyleme veya siyaset yapma yeteneği
gibi gerçek bir yetenek değilmiş gibi! Bir kişiye arzulamakta olduğu her
şeyi veriniz… Kendisini aşkla,
hediyelerle, ayrıcalıklarla… İsteyebileceği kadar her şeyle doldurunuz… Ve
bunlara rağmen, o gene mutlu olmayacaktır. Bir başkasını her tarafını
kanatıncaya kadar dövünüz… ve, belki de o kişi yolda taze, nemli, yeşil
yapraklarla bezenmiş ve güzelim bir kırmızılıkla dolu bir havuç yığını görüp
mutlu olacaktır.
İki yaşam şekli mevcuttur. Birisi, sana düşen payı, onu tanımadaki ve de
kaybetmede ki imkânlarla imkânsızlıkları ve mutluluklarla mutsuzlukları ile
dürüstçesine ve cesaretle, tüm cömertliği ve alçakgönüllülüğü ile kabul etmek
ise de; diğeri, yazgısını aramak ve elde
etmek üzere yola çıkmaktır. Ne var ki,
bu ikincisinde insanlar sadece güçlerini, zamanlarını, hayal ve
umutlarını, içgüdülerini kaybetmekle kalmayıp kendi öz değerlerini de
kaybederler, fakirleşirler… Bunların gelecekleri, daima dünlerinden kötü
olacaktır.
Milena
Jesenka
0 Yorumlar